4 Haziran 2015 Perşembe

         KARŞINIZDA İSTİKAL AKARSU

       Yine çok keyifli bir yazar-çizer ile samimi bir röportaj yaptım. Ben onu kitapları ile tanıdım ama bir çoğunuz, twitter hesabı sahibi iseniz, onu oradan tanıyor olabilirsiniz. Eğer öyleyse hemen kitapçıya gidin ve bu adamın kitaplarını  alın. Yaz geldi tam bu mevsimlik okumalar. İETT’nin kavurucu sıcağında, eğer ki bir koltuk bulup da oturma şerefine nail olmuşsanız, açın bir İstiklal Akarsu kitabını, gülmekten durak kaçıracağınıza and içerim. Ya da  eve yine patronunuza gıcık olarak geldiyseniz, gene açın bir İstiklal Akarsu kitabı, kitap bittiğinde size, patronunuz ayağını kırmış en az bir ay iş yerinde olamayacakmış neşesini aynen yaşatmazsa bana lanet okuyun. Hele  yazın çalışmayıp, deniz-kum -güneş üçlüsü ile aşk yaşayacak ballılardansanız o zaman sizin zaten keyfinize keyif katıp, nispet yapmaya doping toplamanız için İstiklal Akarsu okumanız lazım. Ama kendisini okumaya bu röportajla da başlayabilirsiniz. Bu da keyifli bir seçenek. 


Merhabalar, kendinizden bahsetmeyi sevmiyorsunuz ama bizim için minik bir nereli olduğunuza ne mezunu olduğunuza dair bilgi verebilir misiniz, İstiklal Akarsu’yu tanımlayan kişisel özelliklere var mıdır?
İstanbul'un pek de minik olmayan ilçesi Üsküdar'ın, İstanbul nüfusunun %94'ünün doğumuna ev sahipliği yapan Zeynep Kamil Hastanesi'nde doğmuşum. Marmara Üniversitesi İktisat bölümü mezunuyum. Sanırım doğumumdan mezunuyetime kadar geçen süreyi pek merak etmiyorsunuz. Kişisel özelliğim pek yok, yani bana özel bir özellik yok, genelde herkesin sahip olduğu özelliklerdeyim. Sabah kalkarım, dükkana giderim, evet uzun yıllardır ailece işlettiğimiz bir spor mağazamız var. Oraya giderim, kahvaltımı yaparım. Sonra satış yaparım, iş yoksa mutfak olarak kullandığımız dükkanın arka kısmında tivit yazarım, hikayelerimi yazarım, akşam olunca dükkanı kapatır eve giderim. Akşam evde yoğurt yerim, meyve yerim, tv izlemem pek, internetten dizi izlerim, Louie izliyorum bu aralar, sonra 11-12 arası kitap okurum, bazen 12:30'a kadar da sürer bu. Uykum gelir o ara yatarım.
              Hem yazmaya meraklı biri olarak hem de sizi ilk kitaplarınızla tanımış biri olarak sormak istiyorum, yazıya nasıl başladınız?
Ortaokulda Türkçe hocamız haftanın 2 saatini kompozisyona ayırmıştı, kompozisyonun ortalamaya direkt etki edeceğini söylediği an sınıf Dostoyevksi doldu, Tolstoy doldu.Yani ilk gazı orta ikinci sınıftaki Türkçe hocamız verdi. Bir de güzel kompozisyonlar sınıfta sesli olarak okunuyordu, şimdi bakıyorum da gazı biraz fazla vermiş hocamız.

               Peki Sosyal medya’ya ne vesile oldu da girdiniz, bizi oralarda da keyiflendirmeye       başladınız.
İlk Facebook'a girdim, yazdıklarımı orada paylaştım, fakat akrabalarımdan ve ilkokul arkadaşlarımdan başka kimse yoktu orada. Akrabalarım da bir süre sonra, "istiklal sen deli misin?" demeye başladılar, "senin zorun ne dostum?" demeye başladılar, ilkokul arkadaşlarım "sus ve bizimle ilkokul öğretmenimizi ziyaret et" dediler, şaka tabi, 2-3 sene orada paylaşımlarda bulundum, sonra bir arkadaşımın önerisiyle Twitter'a üye oldum, yazdıklarımı orada paylaşmaya başladım, hala da paylaşıyorum.
             Twitter hiç icat edilmemiş olsaydı? İstiklal Akarsu için ve Dünya için kayıpları olur muydu?
Yazdıklarımı geniş kitlelere duyurma açısından çok etkili oldu bu site. Blog da açmıştım misal, fakat yazdıklarımı pek okuyan olmuyordu, bunu blog'un istatistik bölümünden görebiliyordum. Twitter'da takipçiler artınca hikayelerimin linkini koymaya başladım, blog da epey etkileşim aldı. O ara blogumu görmenizi isterdim, koskoca blog çocuk gibi seviniyor, taklalar atıyordu. Twitter icat olmasaydı ben yine de sesimi bir şekilde duyururdum(duyuramazdım).
Fenomen etiketi, sosyal medyadaki girilerinizi yazarken sizi etkiliyor mu? Yani “ biraz daha frenleyeyim kendimi yahut daha da tepkimi belli edeyim” gibi?
Fenomen etiketi yazdıklarımı pek etkilemiyor, zaten son zamanlarda bu etiket silinmeye başladı, fenomenlik müessesesi yakında iflas bayrağını çekebilir. Frenleme olayı fenomenlikten değil de isim belli olduğundan olabilir, anonim olsaydım daha ebeli sülaleli, nalına mıhına yazabilirdim. Bir de öyle bir ismim var ki bulunmam 15 saniye filan sürer herhalde, ülkemiz de özgürlüğün demokrasinin insan haklarını beşiği olmadığı için biraz temkinli olmak gerekiyor.
               İlk kitabınız “Bir Alex Değilim” in isim hikayesini merak ediyorum?Aslında tüm kitaplarınızın isimleri çok komik, isim seçerken dikkat ettiğiniz bir nokta var mı?
Bir filmin müziği neyse bir kitabın ismi de o bence, senaryo kadar olmasa bile epey önem teşkil ediyor. Kitap bittikten sonra isim düşünmeye başlıyorum, bunu çevremdeki insanlarla paylaşıyorum, sonunda iyi kötü bir isim çıkıyor ortaya. Kitabı yazarken hiç düşünmüyorum ismi, stres yapıyor, kaşıntı tutuyor, agresifleşiyorum, gözlerimde seğirme oluyor, iştahım kesiliyor, gördüğünüz üzere hiçbir soruyu sonuna kadar ciddi cevaplayamıyorum, illa bir sapıtma illa bir yoldan çıkma oluyor, hayırlara vesile olsun diyelim.
             Dizüstü Edebiyat serisi çok sevilen ve tutan bir seri oldu. Okuyan Us Yayınevi gerçekten yeni bir çağ başlattı. Sizin Yayınevi seçiminizin özel bir tercih sebebi var mı?
Yayınevi tercihinin özel bir sebebi yok, sadece kriterlerine uyuduğumu fark ettim. Dizüstü edebiyat, yazım hayatına sanal mecralarda başlamış ve devam etmiş yazarlara kağıt üstünde şans veren bir seriydi. Yani internette yazdın tamam ama gel sana kitap yapalım, kalıcı ol, bu internet denen şey fişi çekince gider sonra üzülürsün diyen bir akımdı, iyi de yaptılar bence.
              İstiklal Akarsu neler okur? Ne tarz kitaplarla doludur kitaplığı?
            Roman okumayı severim, korku romanı hariç her şeyi okurum. Bu aralar Haruki Murakami Abinin kitaplarını okuyorum, İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını zevkle okurum, Umut Sarıkaya'nın kalemini beğenirim, Zülfü Livaneli kitaplarını evde sehpada görünce kaparım, değişik bir okuma alışkanlığım var.
            Yazmasaydınız, şimdi ne yapıyor olurdunuz? Ya da bunu ne yapmak isterdiniz şeklinde de cevaplayabilirsiniz.
             Yazmasaydım esnaflık yapıyor olurdum, yazmıyorken yapıyorum zaten, ikisi bir arada yürüyebiliyor, hayatın içinde oluyorsun, ticaret zevkli bir uğraş.
         İstiklal Akarsu’nun gündelik hayatı nasıl işler? Nerelere gider, gezmeyi sever mi, evcimen midir? Bizi aydınlatır mısınız?
Akşamları iş çıkışı doğru gecelere akarım, eğlenmeyi çok severim, içmek dans etmek, yeni insanlar tanımak benim hobilerim demek isterdim ama iş çıkışı eve gidip camış gibi yatarım. Evcimenliği abartırım, dizi izler kitap okurum. Her pazar mutlaka sinemaya giderim, 52 haftada en az 50 kez sinemeya giderim aksatmam bunu. Sinema öncesi de devamlı gittiğim bir restoran var, sevdiğim bir mekan, denk gelince maç da izlerim orada. Cumartesi geceleri de ayda en fazla bir defa dışarı çıkarım, arkadaşlarımla buluşurum, Taksim'de güzel bir mekanı olan arkadaşım var, bazen onun restoranına giderim. Hayatı biraz rölantide yaşıyorum sanırım.
               En son sinemada ne izlediniz? Sinemada tercihleriniz nasıl filmler diye sorsam?
Babamın vefatı dolayısıyla epeydir sinemaya gitmiyorum, evden işe işten eve. En son Kocan Kadar Konuş adlı filme gittim, sinemada hiç seyredilecek bir film yoktu girdim bu filme, fena da değildi eğlenceliydi. Genelde bilim kurgu ve komedi filmlerinden hoşlanırım.
             Televizyon ile aranız nasıl? Televizyondan beslenir misiniz?
Tv ile hiç aram yok, artık açmıyorum bile, maç olunca açıyorum.
           Blogger olmak uzun zamandır çok havalı (!) bir hobi oldu çevrede, siz en başarılı ve eskilerinden biri olarak nasıl buluyorsunuz blogger camiasını? Kimleri takip edersiniz?
         Aslında kendimi çok başarılı bir blogger olarak görmüyorum, hatta blogger olarak bile görmüyorum. Hikayelerim kitap haline geldiği an sattım blogu filan, uğramaz oldum bloga, özür dilerim blogcum.
       Sizin kitaplarınızı neden okusun insanlar, bize kitaplarınızdan bahsedin.
       Kitaplarımda genelde yaşadığım olayları yazdım. Yazdıklarımın %70'ini gerçekten yaşadım diyebilirim, %30'luk da bir kurgu desteği oldu. İnsanlar benim kitabımı neden okusun sorusuna ise ne cevap vereceğimi bilemedim, asgari ücret 3500 lira olsun, işsizlik bitsin, enflasyon insin istiyorlarsa benim kitabımı okusunlar.
      Takipçileriniz ile sokakta vb yerlerde karşılaştığınızda tepkiler nasıl?
     Genelde beni tanımazlar çünkü profilimde renkli bir kafa var. Fakat arada sırada tanıyan çıkıyor, menşın atıyorlar anında, abi yavaş ye diyorlar, abi göbek de erimiş diyorlar, abi gel bi çayımızı iç diyorlar.
     Son sorum Başka bir kitap geliyor mu yakın zamanda ve hiç senaryo yazmayı düşündünüz mü?
      Yeni kitap 1-2 ay içinde çıkar, %80'i bitti diyebilirim. Senaryo değil ama zamanında dizilere öykü gönderdiğim olmuştu, bu yolla harçlığımı çıkarıyordum, bıraktım o işi. İlerde hikayelerimi film senaryosuna dönüştürmek isterim, kısmet artık.
     Çok teşekkür ederim hem sabrınız hem de vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ederim.
  KARSI KOMSUNUN KIZI

1 Haziran 2015 Pazartesi

KARŞINIZDA ÇİKOLATA TADINDA BİR “ŞİŞMAN KIZ”
      Güzel birkaç ortak özellik var bir önceki röportajımla bu röportajım arasında. İki röportaj yaptığım yazar da, kendi hayatlarını çekinmeden ortaya koyan, bunu yaparken okuyucuyu güldüren isimler. İkisi de  farklı tarzları dilleri olsa da okumayı sevdiren, nefes almalık romanların aranılan ve bilindik yazarlarından. En önemli ortak özelliklerinden biriyse yayınevleri ortak; her ikisi de Okuyan Us Yayınevi yazarları. Bu iki farklı yazarla yaptığım röportajlarımdan Okuyan Us’un farkını, yaptığı devrimi yeteri kadar anlatmış olabileceğimi düşünmekteyim. Bu keyifli röportajlar yanlış anlaşılmasın, Okuyan Us için çalışmıyorum. Ya da sübliminal bir reklam kampanyası değil bu. Sevdiğim için, yayınları hakkında yazacağım çok şey olduğu için size gönüllü bir Okuyan Us elçiliği yapıyorum diyelim. Bu ayki yazarımız ise Şişman Kız mahlaslı, güzel insan, iyi oyuncu ve eğlenceli bir twitter fenomeni Yasemin Erkent. Kendisi her daim neşeli, komik, twitter’ın en tatlı(!) twettlerine sahip bir fenomen. Her şeyden öte kendini seven, kendine saygı duyan biri o. Röportajın sonunda size de “Hayattan ben ne istiyorum” sorusunu sorduracağına emin olduğum bir kadın. Cesur ve hayata tatlı gözüyle bakan, kendimden sonra tanıdığım en tatlı sever kadın da diyebilirim. Onunla çok keyifli, televizyon dünyalı, tiyatrolu, yemeli içmeli bir röportaj yaptım. O da hiç üşenmedi hazırladığım bütün sorularımı  tüm tatlı severliği ile cevapladı. İşte karşınızda POPOM OLMADAN ASLA kitabının yazarı, twitter’ın Şişman Kız’ı, tatlıcıların en sadık müdavimi Yasemin Erkent ile çikolata tadında bir röportaj.
Uyarı: Okurken elinizin altında tatlınız hazır olsun, fazla dozda tatlı isteği uyandırabilir.


Karsı Komsunun Kızı





Öncelikle merhaba şişman kız, biz şişman kızı tanımak isteriz, bu şişman kız  Nerelidir? Eğitimi nedir? 
Selam! Hoş geldiniz :) Ben Karadenizli bir ailenin kızı olmakla birlikte Mersin'de doğdum ve bir süre orada yaşayıp sonra İstanbul'a geldim ve halen burada yaşıyorum. Lisedeyken konservatuar okumak istiyordum fakat babamın ısrarlarıyla Sahne Sanatları bölümüne girdim.
   Yazmak için, “Kendimi bildim bileli yazarım” diyorsun bir başka röportajında, peki bu yazı işi twitter’ a nasıl geçti?
Benim büyük dedem şairdi. Genetik olarak oradan tanışmışız olacağız ilhamla ki, 10 yaşında ben sayfalarca hikayeler uydurup yazıyordum. Sonra 15-16 yaşlarında sadece özel kankalarla paylaşılan şiirler yazmaya ve besteler yapmaya başladım :) Bu dallarda bazı yarışmalara katıldım, ufak ödüller aldım. Yıllar sonra Twitter diye bir mecranın varlığından haberdar olduğumda, bir hesap açıp, aklıma ne geliyorsa yazmaya başladım. Sonra baktım Twitter'da insanlar eğleniyor. Ben de biraz eğleneyim bakayım diyerek o hesabı bırakıp, Şişman Kız profilini açtım.
   Nickin içinde gayet yalın ama nükteli, espirili bir isim seçmişsin hep bu kadar kısa ve öz müsün? Çünkü twittlerinde çok yalın ama bir o kadar eğlenceli, komik. Ama önce neden Şişman Kız ismi?
Aslında değilim. Ufacık ayrıntıyı on saat düşünürüm. Zor karar veririm ve ağır adım atarım :) Kilolu olunca, mecburen :)
Ben İstanbul'a geldiğimden beri, gittikçe kilo almaya başladım. Havası yaradı derler ya, onun gibi işte. Ve yıllarca kilolar üzerine o kadar kafa yordum ki size anlatamam. Artık bir yerden sonra 'eeeh yeter ya! Ne güzelim işte tombik tombik' dedim ve artık konu üzerinde espriler yapmaya başladım. İp koptu yani bir yerde :) Günlük yaşamımda bana bu kadar yakın olan bir konuyu, mizahi bir profilde paylaşmak eğlenceli olur diye düşünerek Şişman Kız hesabını açtım.
 Twitter’da fenomen olmaya başladığın zamaları, takipçilerinin patlama yapma hikayesini anlatsana.
Önce bir kaç arkadaş, tanıtık falan takipleşiyorduk. Ben de aklımdakileri yazmaya çalışıyordum. Sonra zamanla, '140 karakterde nasıl daha iyi anlatırım?' sorusu oluştu. Bunu anlamaya başladığımda ise takipçi sayım daha da arttı. Demek ki doğru yoldaydım. Ben de daha çok yemeye ve daha çok yazmaya başladım, 3 senede Twitter sayesinde 13 kilo aldım :) Kilo almak isteyenlere kendimi öneririm. Beni takip etsinler :)
     Peki bu fenomenliğin kitaba dönüşme hikayesi? Nasıl oldu?
Profili Şişman Kız diye açmıştım, komik şeyler yazıyordum ve insanların hoşuna gidiyordu. Fakat diğer yandan bana mailler ve mesajlar da geliyordu. Kiloları yüzünden mutsuz hisseden çok insan vardı. Onlara bir şeyler anlatmam gerektiğini hissettim. Biraz da aşktan bahsetmek istiyordum. Çünkü o konuda da yazmak istediğim çok şey vardı. Bunları harmanlayıp, bir roman yazabilirim diye düşündüm. Böylece daha fazla kişiye de ulaşmış olacaktım hem.
 Neden Okuyan Us yayınevi? Bunu soruyorum çünkü bu yayınevi bir çeşit devrim yaptı Türk edebiyat dünyasında bence dizüstü edebiyat serisi ile.
İşte tam da bu yazdığınız nedenle :) O sıralar Okuyan Us'tan kitabı çıkmak üzere olan bir arkadaşım vardı. Onun önerisiyle gerçekleşti bu tanışma. Doğru zaman ve doğru yerdi. Bir hayalim Okuyan Us sayesinde çok güzel bir şekilde gerçekleşmiş oldu.
Tweet atmanın zor geldiği ya da tükendiğini hissettiğin zamanlar oldu mu?
Türkiye'de mizah yapıyorsanız, dünyanın en zor işlerinden birini yapıyorsunuzdur. Bazı günler aklıma güzel bir tweet geliyor, heyecanla Twitter'a giriyorum. Anasayfama bakıyorum inanılmaz kötü bir gündem var. Hem çok moralim bozuluyor hem de yazacağımı bir kenara bırakıp çıkıyorum. Önceleri bir kaç kez o heyecanla yazıverdim, tepki alınca bundan vazgeçtim. Neyse ki tepkiler de yumuşak ve yapıcıydı. Takipçilerim çok şeker :) Ama düşünsenize her zaman önce gündeme bir bakmanız gerekiyor, bu zaten yeteri kadar can sıkıcı bir durum. Bazen dayanamayıp gündemle ilgili yazdığım da oluyor ama özellikle politik şeyler yazmamaya özen gösteriyorum. Bunun dışında tükendiğimi hissettiğim anlar olmuyor. Zaten hergün onlarca tweet atan birisi değilim. Bazen günde bir iki veya iki günde bir yazdığım da oluyor. 

Bir tiyatrocu olarak, Türkiye’ deki dizi ve sinema oyuncularına bakınca, çırpı oyuncu dayatmasını nasıl buluyorsun? Onlar vasıtasıyla, onları izleyen herkes 32-34 bedene düşmek için her gün acayip yeni yöntemler deniyor. Sağlığını kaybedenler var. Yurt dışında şişman bir kız başrolde olabiliyorken, insanlar rolleri için kilo alırken, çirkinleşirken, Türkiye’de buna “cıs kötü” olarak yaklaşılmıyor mu? Yoksa bu benim tepkim mi dizilere?
Sevgili Haldun Dormen'in de dediği gibi, bizim ülkemizdeki kadın oyuncular hep güzel gözükmek ister. Oysa oyunculuk böyle bir şey değil. Hiçbir zaman çirkin gözükmekten çekinmedim. Üstelik çok da mimikleriyle oynayan, suratını binbir şekle sokan bir oyuncuyumdur :) Bir kalıp oluşturulmuş, kim oluşturmuş, neden oluşturmuş bunlar çok uzun tartışılır fakat ben zaten televizyonun hiç iyi bir şey olmadığını ve insanların sağlığını bozduğunu savunuyorum. Hem mental olarak hem fiziksel olarak. Sadece televizyonun değil, yazılı basının da. Gazeteyi açıyorsun, sevdiğin bir sanatçının fotoğrafı. Altında “Bodrum'da kameramanlarımıza yakalandı. Aman hanımefendi o bacaklar ne öyle? Hep selülit dolmuş!” yazıyor. Ben bununla ilgileniyor muyum? Hayır, zorunda bırakılıyorum. Bana o sanatçının eserlerini anlatsanıza. Ben onun selülitlerine bakarak, o sene hangi kitabı yazacağını, hangi filmi çekeceğini göremem. “E bu ilgi çekmez ama” diyorlar. Tüm medya bunu yaparsa bakın nasıl ilgi çeker. Ama o zaman insanlar gelişir. Cıs :)

   Türkiye’de diziler, medya dışında da tüm bunların getirisi olarak ağır bir şekilcilik yok mu artık toplumun her yerinde? Bu bazen çok can yakıcı ve tokat gibi çarpıyor mu insanın yüzüne?
Ben kilolu ve sempatik kategorisine giriyorum misal. Yani benim oynayabileceğim roller komik kadın, işveli kadın vs. Ha ben komediyi zaten seviyorum. Fakat bu tipteki oyuncular dramlarda da oynamalı. Niye Kıvanç Tatlıtuğ gibi bir adam benim gibi bir kadınla aşk yaşamasın? Hem soyadı da tatlı bence gayet uygun. Mantıklı bir aşk hikayesi olur :) Şimdi bir iki ekip, komedi işlerinde sempatik olmayan hatta itici olan tipler deniyor. Muhteşem senaryo ve muhteşem yönetmenlerle yapıyorlar bu işleri. Çok da izleyicileri var.
Toplumun her yerinde bir yargı ve baskı var. Eve misafir geliyor. Hamaratlığa övgülerle kısırlar, börekler yeniliyor. Dedikodular yapılıyor. Ardından “Ay yine çok yedik, yok ben haftaya kesin başlıyorum diyete” bölümüne geçilip, yeni öğrenilen listeler paylaşılıyor. Bir ay sonraki misafirlikte sahneler yine aynı.
Bana sorarsanız en büyük problem ne biliyor musunuz? Kimse kendiyle konuşmuyor.. Ben mutlu muyum?
Ben ne istiyorum? Ben bunu yapabilir miyim? Daha huzurlu olmak için neler yapmam lazım? Neden bu şekilde tepki veriyorum?
Ve bütün bu soruları hep başkalarından bekliyoruz. Neden bana nasılsın demedi? Neden bana hediye almadı?... Sen kendine sor bir nasılsın? Gerçekten. Nasılsın sence sen? En son ne zaman kendine hediye aldın?
Başkalarına bakmaktan, başkalarını duymaktan kendimizi göremiyoruz, duyamıyoruz ve dinleyemiyoruz.
Kendine ve başkalarına sevgiyle yaklaş biraz. Bak hayatın değişecek, inan.
     Zayıf olmak sağlıklı olmakla karıştırılmıyor mu?
Hatta “Yeter ki zayıf olayım da ne olursa olsun!” derecesinde. İnsanlar zayıflamak için zehir içmeye bile razılar. Bu iş, kendini bu kadar çıkmaza sokacak kadar zor bir iş değil. Doğru diyetisyen ve düzenli yaşamla herkes sağlıklı ve zinde olabilir. Önemli olan da bu. Ama bunu sen mi istiyorsun, yoksa Reyhan Teyze'n mi? Ya da sevgilin mi? Önce buna karar ver.
    Peki başka kitaplar geliyor mu? Ya da Popom Olmadan Asla’nın devamı?
Çok talep var. Popom Olmadan Asla'yı okuyan hemen hemen herkes 'Ee bitti bu, doyamadım ki! Hadi bir tane daha yaz' diye mesaj gönderiyor. Şişman Kız olarak bir kitap daha yazmayı düşünüyorum. Bakalım :)
 Kitap yayınlandıktan sonra büyük bir çıkış yaptı, sana geri dönüşler nasıl oldu? Değişik teklifler aldın mı? Bir klişe olarak yemek programı teklifi gibi?:)
Onlarca mail aldım, hala da almaya devam ediyorum. Kitabı okuyanların çoğu 'Beni anlatmışsın! Bu, benim ya!' şeklinde dönüşler yaptı. Sırlarını anlatan, bana akıl danışan, hayatımı değiştirdin diyen, hediye göndermek isteyen çok insan oluyor. Bunlar çok güzel.
Yemek programı teklifi almadım :) İlginç değil mi :) Daha çok yazarlıkla ve oyunculukla ilgili teklifler alıyorum.
Peki Şişman Kız, dışarıda neler yer, neler içer, favori mekanları var mıdır?
Çok seçiciyimdir. Her yerde her şeyi yemem. Yemek yiyeceğim yeri araştırırım. Çünkü yemek benim için bir tutku. Ben sadece karnımı doyurmak için yemiyorum.
Çoğu kişi yemek konusunda fikirlerime çok güvenir. Bana sorarlar. Dişi Vedat Milör gibiyim :)
Yiyeceğim şeyler taze olmalı, yağlı şeyleri sevmem, çok baharatlı yemem, tatlı delisiyimdir. Bakla ve pırasadan haz etmem. Ama öyle değişik bir tarifle sunulur ki, yiyebilirim. Muhteşem aşçılar var ülkemizde. Yapsınlar yiyelim :) Yemek yapmaktan da hoşlanmam çünkü. Profesyonel yiyiciyim ben :) 

 Öncelikle sana vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim, senin eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Blogunuzlabu röportaj sayesinde tanıştım ve gerçekten çok hoşuma gitti. Yayın hayatınızda bol şans diliyorum :) Ancak sanata değer veren bir toplum gelişebilir. Öpüyorum, sevgiyle kalın :)

karsı komsunun kızı






KARŞINIZDA BARIŞ YILDIZ

“Minicik bir balon daha açılsın diye her şey…”
Kendisini İŞLER GÜÇLER’den de tanıyoruz, Kardeş Payından da, Düğün Dernek’ten de. Daha da bu ekiple beraber çok göreceğiz gibi. Barış Yıldız’dan bahsediyorum. Nisan ayında Moda Sahnesi’n de, “Köpek,Kadın,Erkek” oyunuyla sahnedeydi. Bu oyun da ona Caner Cindoruk ve Zamire Zeynep Kasapoğlu eşlik etmişti. Kemal Aydoğan’ın yönettiği ve Sibylle Berg’in yazdığı bu oyunu izleyenleriniz varsa çok şanslı. Çünkü oyun çok çarpıcı ve günümüz ilişki anlayışını güzel ti’ye alıyor. Barış Yıldız, samimi, bayağı konuşkan biri. Anlatmayı ve konuşmayı seven biri ile röportaj daha bir başka oluyor. Bir oyun öncesi tüm içtenliği ile vakit ayırarak sorularımı cevapladı.  Röportajdan bir hafta önce oyunu izlemiştim. Tadında, komik keyifli bir oyundu. Oyuncuların sıcaklığı sahneye de yansımış. Barış Yıldız zaten çok sıcak biri. Onunla neredeyse her şeyden konuştuk o da seve seve bize anlattı. Kardeş Payı sevenler için kara haberi de doğruladı. Ne yazık ki bitiyor dizi ama Barış Yıldız’ın da dediği gibi “Nasıl olsa yeni bir işte buluşuruz”… Ne olur kısa zamanda buluşsunlar diyor ve sizi Barış Yıldız’la baş başa bırakıyorum.

Karsı Komsunun Kızı


“Minicik bir balon daha açılsın diye her şey…”
    Öncelikli merhaba, internetteki bilgi kirliliğini gidermek için hemen soruyorum. Nerelisiniz?
-Baba Tarafı Diyarbakır, anne tarafı Bulgaristan. Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm ikisine de yabancıyım. Diyarbakır’ a da neredeyse dört kere gittim hepsi de yakın zamanlarda. Ben doğma büyüme İstanbulluyum ama nüfusumda  Diyarbakır olarak yazıyor. Kürtçe bilmiyorum ne yazık ki. Bir kuşağın sonrası çocukları olduğumuz için ve bu kuşağın çok gözü korkutulan insanlarının çocukları olduğumuz için Kürtçeyi bilmiyorum ama köyüme gittim. Halamla, büyük halamla, amcamla falan tanıştım. Çoğu çocuk beni turist zannetti hatta, şapkam, gözlüğüm, fotoğraf makinem ile (gülüyor) İngilizce falan konuştular, dedim ben Diyarbakırlıyım. İnanmadılar. Köken bu.
 Eğitim? Yine bir bilgi kirliliği var internette.
-99 girişli-2003 çıkışlı Mimar Sinan Devlet Konservatuarı mezunuyum. Hemen ardından  Bahçeşehir Üniversitesi Yüksek Lisans var, İleri Oyunculuğun ilk açıldığı sene girdim. 2 sene yaptım Eğitimim bu.
Peki neden yüksek lisans yapmayı istediniz? Akademik olarak da bir oyuncu kendini desteklemeli mi?
-Bu konuda biraz tatmin edici bir cevap olmayabilir ama Yüksek lisans getirilerine hakim değildim.Neye yaracağına bilmeden aslında girdim. Ben yararları değil de daha çok hocaları ile ilgiliydim o dönem. Haluk Bilginer ile akademik bir şekilde ders görme şansı vardı. Ezel Akay ile kamera önü oyunculuk dersi vardı ki kendisi çok sevdiğim yönetmenlerden biridir. Yaptığı işleri çok büyük bir hazla izliyorum. Demet Akbağ komedi hamuru için bir oyunculuk dersi veriyordu haftada dört saat. Böyle hocalar beni çekti o bölüme. İşin derinine, kuyunun dibine inmek için bu bölüme girdim. Akademik boyutu ile çok ilgilenmedim.
-Peki Selçuk Aydemir ile yollarınız nasıl kesişti?
-Çok komik. Ben işsiz güçsüz bir oyuncuyum o zamanlar, Tv’den bahsediyorum, iyice umutlarımın kaybolduğu bir dönem, tiyatro yapmaya devam ediyorum, biraz da piyasanın koşullarını çok iyi bilmeyen hala da bulaşmak istemediğim bir devran dönüyor orada, ona çok bulaşmak istemem ama o dönem iyice de uzağım bu bahsettiğimiz İşler Güçler öncesi, dört sene önce yani. Diziye yeni girecek bir karakter için odiyşın vardı, gelen odiyşın parçasına baktım. Çok ilginç. Çok oynamak istedim. O kadar güzel kıvrak bir dille yazılmıştı ki. Gördüğüm şeylere benzemiyordu, gerçekten hiç benzemiyordu. Deneme parçası geldi 3 sayfa, o dönem Tv ile hiç alakam yok, diziyle de ilgili değilim sonra oturup açtım neymiş bu İşler Güçler diye ilk bölümden izlemeye başladım. Deliler ya!(Gülüyor)Komedinin bambaşka bir boyutunu yakalamışlar. Aynı dünyaya farklı pencerelerden bakan delilerin işi. Sonra odiyşına gittim bir arkadaşımı da götürdüm. 1 telefonla konuşma sahnesiydi. Telefonun karşı seslerini benim arkadaşım verdi, kameranın arkasından sağolsun. Ben de kameranın önünde istediğim gibi eğlendim. Klasik bildiğimiz odiyşınlar gibi değildi. Aynı şeyin 9 farklı versiyonunu yaptık.Eğlendim. Selçuk’da bu eğlenceyi gördü. Sonrası da onun bakış açısından anlatayım, izlemiş ve a bu bizim Barış demiş. Biz Selçukla Süleyman Nazif Lisesi’nde beraber okumuşuz. Ben o zaman hatırlamıyorum bunu. O teknik lisede, daha akıllıların, usluların olduğu yerde biz devlet lisesi tarafında daha itilmiş, kakılmış, daha böyle hayatı Cengiz Kurtoğlu, sigarası olan var mı kısmında takılan liselileriz. Ben 1 oyun oynamışım lisede saçma sapan bir muhtar rolü. Edebiyat hocam bu işe başlamam nedenlerimden biri, ben bilmiyordum bu işin bir okulu olduğunu. Duyunca çok şaşırdım, bunun üniversite bazında olduğunu duyunca. Çıkmadan önce hocama dedim ki “ ben istediklerimi yapabilir miyim?”  Salon da çok kalabalık, insanları güldürmeyi çok severim. Oyun da çok dandik bir oyun, komedi yapabilir miyim dedim. Hocam da “yap oğlum” dedi. Ben sahneye çıktım eğlendim. İzleyenler arasında Selçuk’da varmış. Öyle tanıştık. Dedi sonra “ Sen beni hatırladın mı Süleyma Nazif’ten?” diye, dedim hiç hatırlamadım. İşler Güçler de çok güzel bir uyumumuz oldu Selçuk’la ki hala da devam ediyoruz, kendisi de çok güzel fikirler verdi bana hep. İyi ki de tuttu. Arkadaş bazında. Bunların hiçbirini iş olarak görmüyorum! Benim için arkadaşlık biriktirmek gibi bir şey.
O zaman siz nasıl buluyorsunuz Türkiye’de Tv’de ki komediyi diye sorayım?
-Hep uzaktım bu piyasadan ama 4 sene içerisinde tekrardan girdim. Çok yönlü de düşünmeye başlıyorsun o zaman. Yapımcı ya da kanal sana 1 şey dayatıyor, diyor ki 120 dakika olacak.Bu çok kötü bir şey yaratım süresince. 120 dakika olan bir şey sürer, uzar, gevşemeye başlar kalitesini yitirir. Ama 60 dakika daha konsantre ve sıkı bir iştir. Farkettiysen sadece matematiğinden bahsediyorum ama bu bile işin içeriğini o kadar etkiliyor ki, dünya üzerindeki örnek işlere bakarsan 35 dk, en uzun 55 dk ki o da 6 ay hazırlanmak sonraki 6 ay çekiliyor falan böyle. Sadece teknik şeyden bile içerik değişebiliyor. Komedi bazında da ben Türkiye’nin   bir batağa saplanmış olduğunu düşünüyordum. Bir algı batağına. Bir yer de kalmış gibiydi komedinin nabzı. Mesela Cem Yılmaz da bence Türkiye’nin bu komedi algısını ilk çalkalayan, kıran adamlardan biridir. Katkısı çoktur. Karikatüristler var işte çok güzel, Umut Sarıkaya, Yiğit Özgür’ de komedi algısını pataklayanlardan. Bu bayrak da böyle sanırım elden ele dolaşıyor, bir sıçrama yapması gerekiyordu ve bir anlayış sıçrama yaptı Selçuk Aydemir ile beraber. Onların yeteneği ve zekası ile sıçradı.
Lafı gelmişken Kardeş Payı ne alemde?
-Dün son bölüm son sahneyi çektik. Neredeyse üzülmedik. Kardeşim görüşürüz nasıl olsa dedik. Bizim için yeni bir iş gibi. O kadar çok günü saati değişmesine rağmen reytingler iyi. Bile isteye bitiriliyor iyi giden bir şey, seyircinin sahip çıktığı bir iş. Ama buluşacağız diyoruz.
Lütfen buluşun da. Genel bir soru soracağım, Türkiye’de oyuncular fiziki çirkinleşmekten korkuyor gibi geliyor bana. Kardeş Payı gibi yapımlar bunu da aştı gerçi. Ama toplumun genelinde de hakim olan herkes aynı olsun dayatması, herkes iskelet olacak, yaz geliyor sıfır beden, baklava, kaslar bunlar artık duymaktan yorulduğumuz dayatmalar. Bu dayatmalar dizilerde de dayatılıyor izleyiciye, hatta oradan topluma geçiyor. Estetik olmasa da herkes kas ve sıfır beden yığınına katılacak. Bir oyuncunun bundan korkmasını nasıl buluyorsunuz, aman kilo almayayım çirkinleşmeyeyim…
-Çok güzel bir mavrayı, keyfi kaçırıyorlar derim. Çok daha rahat bir yer var ki, oyuncu çirkinleşebilmeli, pisleşebilmeli, oyuncu kendini bozabilmeli. Çirkin olmak dünyanın en güzel şeyi. Hele doğru ekip, doğru buluşma ile çok güzel. Benim de var canım öyle dertlerim
Kimin yok ki artık çevremiz de...
-Ama neden koca yazı kaçırayım. Ucuzundan bir 2. El motosiklet alsam, maxi scooter falan, onla böyle gidelim gezelim, benim hayallerim bunlara dair yaz diyince. Yoksa bana ne baklava yapmakla koca yazı niye kaçırayım. Oyunculuk içinde geçerli bu niye kaçırayım önümdeki fırsatı. Kaşım ve gözüm için.
Katılmamak elde değil. Şimdi biraz da size özel sorularım var, Oyun Atölyesindeki performanslarınız aynen  bu oyun gibi -Köpek,Kadın,Erkek’ teki gibi hala konuşulmakta. Peki Barış Yıldız’ın izlemekten keyif aldığı performanslar neler?
-Bir hafıza çaresiziyim. (düşünüyor) Şu an da biz bunları konuşurken yan salonda Çağlar Çorumlu sahnede. Bir ateş topu Çağlar sahnede, onu izlemek müthiş bir keyif.Tehlikeli Oyunlar’ı izledim yakın zaman da, Erdem müthiş,
Aa evet ben de izlemiştim, gerçekten çok güzel bir performans sergiliyor o oyunda Erdem Şenocak…
-Aynen, Erdem Şenocak ya, o da öyle bir delilik ya. Var daha da, Allahtan da var, olsun da, sinemada da çok sevdiğim oyuncular var, bir sürü oyuncu var.
Peki oyuna gelelim. Oyunda bir sürü replik tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne, köpek sağolsun… Köpek,Kadın,Erkek teki gibi köpekler olsa hayatımızda belki oyundaki replikteki gibi yanlış hayatlarımızı doğru yaşamaya zorlamayacağız .
-Tüm samimiyetimle söylüyorum, gelişime ya da değişime inanmasak bu işi yapmazdım zaten. Yoksa kendi kendimize eğlenir dururduk. Akan ve ilerleyen bir şey. Bir farkındalık perdesi açılsın diye, minicik bir baloncuk daha açılsın diye her şey. Ben Barış olarak, Caner (Cindoruk) kendi olarak geldiğinde gözlerimiz çok açıktı. “Aaa bu 22. Sayfa beni anlatıyor” dedik mesela. Yani kendimizle örtüşdü. Oyuna daha rahat adapte edebildim kendimi. Oyuna gelebilenler için de bir köpek var hayatlarında bir saatliğine şahit olabilecekleri. Ve insanlar garip şekilde kabul görmeye de başladı, gelen herkesin köpeğiyim(gülüyor) gönlümüz açık gelen herkesin kulu köpeğiyiz (gülüyor) Bir saatliğine onların köpeği olmaya razıyım ben.
Kadro nasıl bir araya geldi?
-Burada süreç şöyle işliyor yaz dönemine girdiğimizde bir tatil yapıyoruz 15-20 gün, dönüyoruz, yeni oyunlar ne olur, oyun araştırma süresi, sonra oyun üzerine konuşuyoruz teknik süreç bu. Onun haricinde Zamire (Zeynep Kasapoğlu) ile Kemal Abi’nin (Aydoğan; Yönt.) önceden bir tanışıklığı vardı, Zamire ile tanışmamız öyle, Caner’i (Cindoruk) zaten biliyordum Oyunculuk Atölyesi’nden beri. Birkaç kişi denendi olur mu falan diye. Öyle. Sonra da provalara başladık 1.5 prova süresi masa başı falan da dahil. Öyle yani.
Peki neler izlersiniz?
-giderek daha fazla izliyorum. Babamın uyarısı o da, ben izlemem derken babam “ Oğlum senin işin bu” dedi, o zaman ben de bir şey patladı. Evet doğru dedim. Uğraştığım şeyle daha çok ilgilenmem lazım dedim ve izledim. Derdi olan her şeyi severim, bu derdi kıvraklıkla anlatan her şeyi severim. Yakın zaman da üzüldüğüm akıbetini bilmediğim Beş Kardeş çok sevdiğim işlerden biriydi. Sinemada da yeni çıkan her şeyi takip etmeye çalışıyorum. Burada (Moda Sahnesi) başka sinema diye bir şansımız var. Boşta kaldıkça onlara gideyim diye değerlendiriyorum.
O zaman bir de en son ne okudunuz diye sorayım?
-Bir öğrencim İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nın resimlisini gönderdi. Zaten sevdiğim bir kitaptı, hemen onu da okudum. Onun dışında Kemal Abi( Aydoğan, Yönt. )ile bir iddamız vardı oradan aldığım, beş tane kitap hediye etti. Bir de Selçuk Aydemir’in hocamızın kitabı var, Mahalleden Arkadaşlar’ı okudum. Yarında uçak bileti aldım Akyaka’ya gideceğim  annemin yanına, yanıma 2-3 kitap aldım, artık onları da orada okurum.
Çok teşekkür ediyorum tüm samimiyetin için, senin eklemek istediğin son bir şey var mı?
-(düşünüyor) Yok, keyifle yaşasın herkes.

Karsı Komsunun Kızı





FATİH AKDERE NAM-I DEĞER ANGUTYUS

                                Dobra edebiyat, dobra bir yazar
“Bana ayna olacak kitaplar lazım…”
      Evet bana ayna olsun birkaç kitap derken, her zaman bir anlam aramak ya da samimi olmayan düşünceler için de ana fikir çıkartmaktan yorulmuşken, bazı kitaplar sadece benim yaptığım sıradan şeyleri de anlatabilir  dediğim anlarda   bir yayınevi ile tanıştım. Bir yayınevi düşünün kafanıza göre yaratıcılığınızı sergilediğiniz, sözlerin yazıyla buluşmasında hangi kelimelerin seçildiğinin çok önemli olmadığı, doğal, ağdasız yazan-çizen insanların kitaplarının basıldığı… Size ibret verici ya da dramatik bir hikaye değil de sizin yaşadığınız ya da yaşama ihtimalinizin çok yüksek olduğu sıradan olayları, arkadaşlarınızın da yaptığı espriler ile, yeri gelip çarpıcı bir küfürle, yeri gelip sizi sarsıcı bir anının sayfalarca önünüze serildiği bir kitaplar basıyor. Kimsenin tekelinde olmayan bir anlatımın, yazmanın varlığını bize kanıtlayan, kuralları delen geçen, alışılmış roman kafasından sizi çıkaran, kitap okumayı sevmeyen bir insanın bile eline alıp, okuma ihtimalini kafasında canlandıran kitaplar bunlar.
          Sizi bilmem ama bence edebiyat dünyasına böyle bir soluk çoktan gerekiyordu. Okumayı ve kitap okumayı sevmenin, ağır, entelektüel anlatımı olan, alt metni sağlam(!) kitapları okumak ve bunlar üzerine fikir alışverişine girmek olduğu sanılan bir toplum da bu yayınevinin yaptığı bir devrim bence! Çok keyifli ve tekeli herkese ait olan bir devrim. Yazmak ve anlatmanın hatta en önemlisi paylaşmanın kimsenin tekelinde olmadığını, herkesin yazacak ve bunu kalıpların dışına çıkarak da yapabilecek, içinden geldiği gibi anlatabilecek,belirli kurgu ve hikayelere sıkışıp kalmadan da özgürce yazılıp çizilebileceğini kanıtlamış, edebiyat dünyasının nefes alma terası olan bir yayınevi Okuyan Us yayınları…
       Ne zaman içim sıkılsa ya da okuduğum bazı belirli kurgulara hapsolmuş kitaplara ara vermek, kafamı boşaltmak istesem elim Okuyan Us yayınlarının bir serisi olan Dizüstü Edebiyat yayına gider. Bence bir yere kadar, aynı yazarların, hemen hemen benzer anlatımlı, benzer aşk ya da ibretlik hikayelerini roman adı altında okuyabilmek ya da bir yere kadar yine, benzer kahramanları kendi hayat görüşlerini dikte ederek yazdıkları hikayelerini okumaktan zevk alabilmek…
      Farklılık, alışılmışın dışına çıkmak insanoğluna hep kırılması zor zincirleri anımsatsa da, bu farklılığa bulaşmamakta korkaklık bence. Okumayı seviyorum diyen her insanın, sevmese dahi eleştirebilmesi için, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaması için elinin altına her geçeni okuması ve basın dünyasında ki değişiklikleri, yenilikleri takip etmesi gerektiğini düşünürüm hep. Aksi takdirde karşımda ki istediği kadar iyi bir okuyucu olduğunu iddia etsin, bağnaz bir okuyucudur gözümde. Bağnaz okuyucu korkaktır. Kendi düşünceleri dışında bir şeyle karşılaşmaktan hep korkar. Onu kabullenmez ve okurken daima yargılar. Bu edebiyatı besleyen en önemli noktaya; eleştiriye ket vurmaktır. Sağlıksızdır.
         Okuyan Us, 1997 yılından beri bu bağnazlığa son vermek istemiş, psikiyatri, sinema, fotoğraf, tarih, felsefe, şiir, anı, mizah, gezi alanlarında 200’ü aşkın kitap yayınlamış, 300 aşkın yazar ve sanatçının eserlerine bünyesinde yer vermiş bir yayınevi. Bunlar arasında kimler mi var?  Samuel P. Huntington, Jacques Attali, Saul Bellow, Rollo May, Viktor Frankl, Carl Rogers, Cem Mumcu, Vamık Volkan, Leyla Erbil, Frédéric Barbier, Catherine Bertho Lavenir, Glen O. Gabbard, Christopher Vogler, Melissa P., Andrew Solomon, Max Gallo, Kate Atkinson, André Bazin, J.R.R Tolkien, Carl G. Jung… Hepsi dünyaca ünlü, alanlarında uzman ve birikimleri dünyaca kanıtlanmış isimler… Bir çoğunun çeşitli çevirilerini Okuyan Us sayesinde keşfeden bir okur kitlesi mevcut. Yıllar ilerledikçe, çağa kendi çizgisinde ayak uyduran bir oluşum oldu. Edebiyat dünyasına adım atarken alternatif bir edebiyat dil yaratma hedefini gerçekleştirerek  hem okuyucu kitlesini, hem kendi içinde geliştirdiği türlerini genişleterek yerini sağlamlaştırdı. Bu farklı oluşum yeniliklere doymadı ve Türk blogger’larının sevilen ve kendine özgü dili olanlarından seçtiği yazarları ile, onların hikayelerini bizlerle buluşturan Dizüstü Edebiyat serisini çıkarttı. Bu seri sayesinde birbirinden başarılı bir çok isimle bizi tanıştırdılar. Sıfırdan bir işti bu. Ne trendse onun telifini alıp yayınlamıyorlardı, onlar kendi trendlerini belirliyor ve aradıkları saflıkta yazan yeni isimlere belki de hayallerinde bile olmayan bir fırsatı  gerçekleştirme imkanı sunuyorlardı. Yayınevinin ve Dizüstü edebiyat serisinin kurucusu Cem Mumcu bir röportajında bir cümle ile özetliyor aslında Okuyan Us’un çizgisini; “ Hayat aktıkça, kitaplar da değişecek ve dönüşecekler.” diyor. Cem Mumcu’nun edebiyat dünyasına olan bu katkısı göz ardı edilemeyecek bir çığ artık. Keyifli bir soluk, çok tanıdık hikayelerin “bizce” yazılmış, komik, hayatın içinden olaylarla dolu anılarını okumak da mümkün, bir şizofrenin tedavi sürecini, psikiyatri okumayan birinin, işin uzmanından akıcı bir dille okuması da mümkün. (Örnek kitap için bknz; Vamık D. Volkan, Atlarla Yaşayan Kadın, Okuyan Us yayınları) Kısacası Okuyan Us bize yazmada ve anlatmada her şeyin mümkün olabileceğini, paylaşmanın edebiyatın temeli olup kimseye ait olmadığını kanıtladı. Alttan alta  özgürlüğümüzün bu kadar kısıtlandığı bir toplumda böyle güzel oluşumlar görmek, sansürün  normal bir şey gibi gösterilmek istenildiği bir toplumda, sansürün asla yer almadığı, her şeyin dile getirilebildiği bir platformun varlığını bilmek, hele de bunun edebiyatın içinde varolduğunu bilmek beni çok fazla mutlu edip, umut ve huzur veriyor, bir deyimle kafamı açıyor.
         İşte şimdi bu güzel oluşumun içindeki en favori yazarım olan Angutyus yani Fatih Akdere ile tanıştıracağım sizi. O önce sözlükçülerin favori yazarı olmuştu, girdiği entrylerle herkesi ekrana kitleyip, sayfalarca entry okutuyordu sonra da “Bir Apaçi Masalı” serisi ile on binleri kitaplarına kitledi. Bir Apaçi Masalı serisinin 4. Kitabı geçtiğimiz aylarda çıktı. Araya bir de filmlere senaryo olacak müthiş kurgulu “Fedai” yi kattı. Absürd bir dili vardı ve bilinen apaçi kavramını yıktı geçti. Bize kendi hayatını anlatırken, kendi dilini yaratmıştı. Serinin 5. Kitabı yolda, yazımı tamamlanmış, kemik okuyucu kitlesi pür dikkat yayınevinin ağzından çıkacak basım tarihini bekliyor. Bir de Angutyus elinden çıkmış senaryolu filmleri tabi. İlk günden beri Angutyus’un yeri ayrıydı, son zamanlarda hiçbir yazar bana bu kadar gerçekçi anlatmıyordu hayatı ya da yeri geldiğinde sertçe yüzüme vurmuyordu yaptığım hataları bir o kadar yaptığım iyilikleri de  hatırlatmıyordu. O bize hep görmezlikten gelinmiş hayatların hikayelerini anlattı, kendi burnumuzun büyüklüğünden göremediğimiz hayatların gerçeklerini. Küfür de ediyordu, bilinçli yapmasa da delice güldürüyordu da. Bize modern acımasız bir masal anlattı. Hala Angutyus ile tanışmamış olanlarınız varsa bu güzel insanla yaptığım röportaj belki size onu biraz anlatır da en yakın kitapıdan “Bir Apaçi Masalı 1” i alarak bu adamla sizde yakından tanışırsınız. Ben çok keyif aldığım bu röportajda bu adamın doğallığına bir kez daha hayran oldum. Samimi yaklaşımı ile tüm yoğunlu arasında bu röportajı hızlıca yapmamızı sağlayan değişmeyen, değişmeyecek bir adam o. Ya insan geri dönmez, araya birilerini sokar, ya da geç döner,olmadı  mesafeli cevaplar verir, istediğinizde ulaşamazsınız, sizi arada tersler hatta böyle insanlar… Yok yok hiç biri yok! Bu insan göremeyeceğiniz kadar kendi ile hayatı ile barışık, dürüst, yalansız dolansız dobra bir adam! İşte karşınızda Fatih Akdere namı değer Angutyus…



-Öncelikle merhaba Fatih, ilk olarak bilmeyenler için sözlük günlerini merak ediyoruz? 5 bin entryli o meşhur giriyi ben ve benim gibi sıkı okuyucuların biliyoruz ama Angutyus’un nasıl  insanları daha o günlerde kendine bağımlı yaptığını bilmeyenler muhakkak vardır?


Merhaba..
İnternet ile tanışmamın çok uzun bir mazisi yok aslında. Türkiye’ye döndükten sonra epey çalkantılı ve gel gitleri bol bir yaşam ve biraz sakinlik ile başladı. Kendi iş yerimde önceleri sadece okuyarak başladı internet macerası. Sonra sanal sözlükler çok ilgimi çekti. Bir çok konuda bir çok farklı bakış açısı ve düşünce. Sevsenizde nefret etsenizde katılmasanızda fikri olan her yaştan ve kafadan insanın kendisini ifade edebildiği bir yer internet sözlükleri. İlk defasında toplu yazar alımlarında ekşi sözlükte yazmaya çalıştım. Uzun süre yurt dışı macerası ve yazma konusunda herhangi bir eğitimim olmaması nedeni oldukça çekinerek sadece mesleki birikimlerimi paylaştım. Uzun süre aşcılık, barmenlik ve garson olarak epey de ülke dolaşınca yemek yapmak, kokteyller gezdiğim gördüğüm yerler falan anlatıyordum ama sözlük formatı çok sert olduğu için oldukça dikkat etmeye çalışarak. Sonra toplamda doksan kadar yazar ile birlikte inci sözlüğün ilk temellerini beraber attık. Oldukça kaliteli, espirili ve ciddi anlamda çok zeki adamlardı. İnci sözlük de yazım formatı gibi bir dert olmadığı için çok daha kolay ifade edebildim kendimi ve bir gece anlatmaya başladım. Oldukça kuralsız, programsız sonrasında devam etti. Kimse okusun diye yazmaya başlamadım. Öylesine kendi kendim ile dertleşiyordum sanırım. Yaşadıklarımı, hatalarımı ve bulaştığım işleri o güne kadar ailem ve en yakın dostlarım ile bile paylaşmamıştım. Bir nickin arkasında kimliğimi saklayarak anlatmak kolay geldi sanırım.

-“Yazar değilim, muhabbet adamıyım” demişsin bir röportajında ama sen uzun zamandır aranan bir kan gibi yazım dünyasında adını çok iyi bir “yazar-çizer” olarak kazıdın. Hala “yazar değilim” diyor musun? Diyorsan kendini edebiyat dünyasında nasıl tanımlıyorsun?

Evet birçok defa söyledim bunu ama artık sadece yaşadıklarımı değil kurgu da yapabildiğimi öğrendim. Fedai apaçi masalından bağımsız bir roman ayrıca kot kumlama işcileri ile ilgili bir roman hazır şu anda. Önceki gibi pek muhabbet etmiyorum. Birkaç senaryo da var. Kurgu yaparak yazmak muhteşem bir duygu. Yarattığınız karakterlerin kaderini çiziyorsunuz. İnsanın kendi hatıralarını anlatması çok kolay değil aslında. Elimden vgeldiğince kendime oto sansür uyguluyorum kişilerin ve yaşananların tüm mahremiyetini ortaya dökmek etik bir davranış değil. Yaazarken çok zorlandığım anlar oluyor. Ama kurgu öyle değil tamamen hayal gücünüzü ve yaşadıklarınızı bir kılıfa uydurabiliyorsunuz. Artık pek muhabbet adamı da değilim sanırım. Metin üstündağ abinin dümende olduğu aylık ‘’ot’’ dergide küçük öyküler ve çevremde gördüklerimi yazıyorum. Kadınların katledildiği, çocukların tecavüze uğradığı, öğrencilerin emeklerinin çalındığı, gençlerin sopalar ile linç edildiği bir ülkede muhabbet adamı olmak ya da sadece goygoy yapmak okuyanlara, takip edenlere büyük bir haksızlıktır bana göre. O yüzden artık dilim döndüğünce şahit olduğum çarpıklıkları yazıyorum. Benim yazar olmam pek önemli değil bana göre. İlla ki bir etiket taşımak gerektiğine inanmıyorum. İsteyen istediği gibi görebilir. Pek takmam ben öyle şeyleri.

-Angutyus kimleri / neleri okur peki, kimleri sıkı takip eder?
Yazmaya başlamadan önce deli gibi okurdum. Ne bulursam okudurdum. Daha çok benim duymak istediklerimi söyleyenleri değil beni rahatsız edenleri okurdum. Yazmaya başladıktan sonra azaldı. Roman, edebiyat ve şiir ile pek aram yok. Daha çok siyasi, politik, komplo teorileri, tarih ve mitoloji en sevdiklerim. Bir de araştırmalar. Sadece yazar olarak değil insan olrak da çok sevdiğim aziz nesin, uğur mumcu, yaşar kemal gibi büyük ustaları okurum. Sıkı takip ettiğim herhangi birisi yok. Dediğim gibi farklı pencerelerden bakmayı seviyorum. Benim duymak istediklerimi bana söyleyenler ile bir ömür geçmez. Ama illa takip ettiğim kişiler karıkatürist ve mizahcılarımız. Ülke de her dönem en büyük muhalefeti yapan, bir karede bize tokat veren mizahcılarımızı çok seviyorum. Sırası ile gırgır-limon-leman ile başlayan mizah merakım hiçbir zaman bitmedi. Herhangi bir isim veremem ama hepsini de çok seviyorum. Bence ülkemizde çok yürekli, karekterli ve kalemini satmayan mizahcılarımız var. Hepsi de çok değerli benim gözümde.

Ben kitaplarını okurken kendimi ansızın sesli gülerken yakalıyorum. Angutyus’un  bu samimi mizahlı dili mi yoksa hayat hikayesi mi onu Angutyus yaptı Sence?

Aslında mizah yapmıyorum. Çocuk sayılabilecek bir yaşta düştüm yollara. Beynim çok temizdi sanırım. Karanlıkta elini yaka yaka yolunu bulan bir çocuk gibi ilerledi hayatım. Çok trajı komik olaylar yaşadım. Yaşarken beni dehşete düşüren ama bugün hatırladığımda güldüren olaylar. Mizah yapayım, komik olayım diye bir derdim de yok aslında. Ama mizahı çok seviyorum. Bir iki tane de komedi senaryo üzerinde çalışıyorum. Ama ülkenin durumu belli. Acı ve gözyaşları ile geçiyor ömür o yüzden fazla üzerine düşmüyorum komedinin. Hayatım da pek komik değil di aslında. Düşünsenize binbir umut ile ingilter’ye gidiyordunuz birinci haftada kıçınıza bir tekme sonrasında yaşayabileceğiniz en pis hayat ve bir ton da dayak yiyorsunuz. Yani bunun neresi komik? Ben de bunu anlamadım. Yazarken olabildiğince basit ve laf cambazlıklarından ağdalı cümlelerden kaçınırım. Belki bu yüzden saf ve komik geliyor. Bir de o günleri ben o yaş daki kafa yapım ile anlatmaya çalışıyorum. Hoş bugünlerimin o günlerimden çok farklı düşüncelerimin çok değişik olduğu da su götürmez bir gerçek. Seri ilerledikçe taşlar yerine oturur eminim.

-Angutyus çok samimi ve insanların toparlayıp anlatamadıklarını “işte tam da buydu hissettiğim/yaşadığım” dedirten bir “hayat anlatıcıs”ı, böyle diyorum sana çünkü herkes hayatını bu kadar dürüstçe yazmaya cesaret edemez, anlatmaya bile, nasıl oluyor da edebiyatı şiiri sevmeyen bunlarla çok da arası olmayan  biri bu kadar insanın içine dokunan cümlelerle yazabiliyor, hikayeler anlatıyor? Birikmişliğin yetenek ile buluşması desek yalan olmaz bence, sence?
 Bilemiyorum. O yazmaya başladığım güne kadar bir defa mektup yazmış bir adam bile değilim. Zaten edebiya falan hiç ilgim olmadı. Bir eğitimim de yok. Orta okul mezunu bir adamım. Ama ben hep hizmet sektöründe çalıştım. İçinde para, alkol ve kadının olduğu. Çok dertler dinledim çok olaylara şahit oldum. Birikti sanırım. Ankara nın en sakat mahallesinde geçti çocukluğum. Sonrasında gün oldu sokaklarda yattım gün oldu miami de plajlardaydım. Ankaranın batakhane pavyonlarında komilik yaptım gün oldu dünyanın en lüks cruse gemilerinde çalıştım. Yani nasıl anlatayım? Bir yere bağlı kalmadım sanırım. Zaten yazmıyorum anlatıyorum. Klavyenin başına oturduğumda karşımda ekran değil de muhabbet ettiğim insanları hayal ediyorum. Onlara anlatıyorum. Londra’nın yağmurlarını ya da buckingham sarayını herkes bilir ama daltson daki afrikalı mültecilerin hayatı daha ilginçtir. Ben bunları anlatıyorum. Yazdıktan sonra anlattıklarımı hiç kontrol etmeden yayınevine ya da dergiye gönderirim mesala. Laf ağızdan bir defa çıkar hesabı. Samimiyeti bozulsun istemem.imla hatalarını bile kontrol etmem mesala Doğrusu yanlışı ile gider yazı. Bu arada allah editörlere sabır versin imla hatalarından dolayı yakında delirmezlerse iyi.

Angutyus benim gibi İngiltere sever birini İngiltere’den soğuttuJ “Angutyus sevmemişse oraları bir bildiği vardır be” dedirttiJ  Sadece hayat öyküsünün bir kısmını bildikleri insan kitap bittiğinde onların abisi, arkadaşı oluyor birden, sıkı bir okur kitleniz var her yaştan ve sınıftan, Angutyus oradan (yazar) bakınca okur kitlesini nasıl tarif eder bize?

İngiltere’yi değil hiçbir yeri sevmedim ben. İngiltere den sonra amerika’ya gittim sonra meksika, jamaica, karahipler, alaska , ispanya, italya ve onlarca ülke. Ciddi anlamda dünyanın en güzel şehirlerini gördüm ama sevemedim. Gidecek bir yer olduğunu bildiğim için sevemedim sanırım. En son meksika-cozumel’e yerleşme planlarım vardı. Tam karar verdim belki hatırlarsınız ‘’isabel’ isimli bir fırtına adayı yerlebir etti ben gitmeden bir hafta önce ben de vaz geçtim ve türkiye’ye döndüm.
Okur kitlesi her yaştan insan var. Belirli bir kitlem yok. Bir tarifi de yok. Söylediğim gibi ben oturur anlatırım. Dinlemek isteyen gelir. Çok fazla eleştiri ya da tepki almıyorum. Okur kitlesi değil de ne bileyim ben sanki oyun oynamak için bir ateş yakmışım kendi kendime ateşin etrafında hoplayıp zıplarken çevrede ki çocuklarda oyuna katılıyor. Öyle işte.

Ülke de bilinen apaçi kavramını yıktınız, Bir Apaçi Masalları nasıl kitap oldu? Her şeyi o eski kız arkadaşa mı borçluyuz yoksa Angutyus kendi artık dayanamayıp yazmaya mı başladı? Var mı bunun bir hikayesi?

Eski kız arkadaşıma değil. Facebook,tweeter ve sanal sözlüklerde otuz, kırk yaşına gelmiş kazık kadar insanların daha 13 ya da 15 yaşında ki çocukların saçları, giyimleri ve eğlence anlayışları ile dalga geçmelerine borçluyuz. Düşünsenize eşek kadar adamlar, kadınlar ‘’hergün bir apaçi’’ vs. Sayfalarında ki çocuklar ile alay ediyor onları aşalıyor. Bu neyin kafası? Bu insanlar hiç mi çocuk olmadı? Bunlar nasıl bir düşüncenin ürünü? O çocukların resimleri altında ki yorumları midem bulanarak okurdum. En sonunda ekşi sözlük te ‘’bir apaçi masalı’’ olarak yazmaya başladım. Hiçbir kurgu olmadan, anlık ve hergün. Sonra benim hikayeme döndü. Yazarken kitap teklifleri gelmişti kabul etmedim. Hikayenin finalini yaptım ve dört ay kadar beklettim. Sonrasında kitaplaştı ama tek kitap olması imkansızdı. Toplamda 7 kitap olacak seri. Şu an da serinin 5. Kitabı bitmek üzere.

-Okuyan us yayınevi Türk Edebiyatı ve okurlar için çok güzel bir soluk, nefes alma yeri oldu, sizin bu yayınevini seçmenizde bir sebep var mı? Neden Okuyan Us?

Öncelikle okuyan us yazmanın, anlatmanın kimsenin tekelinde olmadığını kanıtladı. Epey de eleştiri aldı. Düşünsenize birbirinden rezil ünlü olma programları, saçma sapan evlilik ve yarışma programlarının bu kadar kolay ünlü olabildiği bir ülkede soytarılık yapmaktansa yazarak, emek harcıyarak bir yere gelmeye çalışan insanları epey aşağaladılar. Edebiyat bu değilmiş? Zaten dizüstü edebiyat serisinde ki hiç bir yazar da ben edebiyat yapıyorum, dünya tarihine yön veriyorum derdi olmadı. Sevgili cem mumcu’nun bir sözü geldi aklıma. Kitap sadece edebiyat mıdır? Çok iyi bir çifçi de ‘nasıl domates yetiştirilir’’ diye çok güzel bir kitap yazabilir. Bu kadar az okuyan ve telif haklarının yerlerde süründüğü, korsanın desteklendiği bir ülkede yazarak bir yerlere gelmeye çalışan bu insanlara büyük hakszlık yapılıyor bana göre.
Yayın evi olarak okuyan us biraz daha aile şirketi gibi. Ciddi anlamda güzel güzel kavgamızı da ediyoruz muhabbetimizide, dertleşiyoruz birbirimize ağzımıza geleni de söylüyoruz. İşci-patron gibi değil de daha çok abi-kardeş gibi. Bana katkılarını inkar edemem. Çok şey öğrendim kendilerinden ve yola beraber çıktık. Doğru dürüst türkçe yazamayan, yazarlık tecrübesi olmayan bir adam ile büyük bir sabır ile uğraştılar ve güvendiler. Sadece ben değil birçok yazar adayına da aynı şekilde. beraber birçok güzel ve kaliteli işler yapacağımıza inanıyorum.

Angutyus hep çok cesaretli bence, daha küçük yaşlardan itibaren her konuda çok cesaret gerektiren kararlar veriyor, bu cesaret yordu mu Angutyus’u yoksa daha da mı kampçılıyor?

Cahil cesaretiydi sanırım. Çocuk aklınız ile pek kormuyorsunuz kaybedek birşeyiniz olmayınca. Gelişine yaşıyorsunuz hayatı. Ama benim durumum çk farklıydı. Hep çalıştım ben. Elim hep ekmek tuttu. Ekonomik özgürlüğümü çok erken bir yaşta aldım ve kimselere minnet etmedim. Daha onbeş yaşında kendi kendine yetebilen bir çocuğum beyin devreleri yanıyor hali ile.
Bugünlerim dfe geçmişten bir farkı yok. Öyle köşesine çekilmiş huzurlu bir adam da değilim. Eskisi kadar gözüm kara olmasa da son beş yılda yaşadıklarımdan bir seri çıkar. Ne bileyim seviyorum sanırım dibe vurmaları ve dibine vurmaları. Hep öyle oldu. Bakın şimdi de yazarlık, senaristlik başladı hiç hesap da yokken. Yeni bir dünya. Yorulmadım henüz halen seviyorum karanlık arka sokakları ve oraların hikayelerini.

-Bunca yıldan sonra Alanya Angutyus için ne ifade ediyor?
Evden kaçıp ilk defa deniz gördüğümde ne ifade ediyorsa şimdi de onu. Çok seviyorum bu küçük kasabayı. Büyük şehirlere göre çok daha özgürsünüz. Kalabalıktan kaçaçak çok ıssız yer var burada. Her sabah yeni bir yaşam sevinci ile uyanıyor ‘’tamam bu defa bitti. Çuvalladık’’ demeye kalmadan masmavi akdeniz’e bakıp ‘’dur be! Daha yaşanacak çok şey’’ var diyerek hayata sarılıyorum. Hayatımda verdiğim en eli yüzü düzgün kararlardan birisidir alanya.

Angutyus ve kadınları var bir de, kadınlar ilham mı senin için? Yoksa sorun kaynağı mı?

Kadınlar ne ilham kaynağım oldu ne sorunum oldu aslında. Güzel canlılar. Yani biz erkeklere göre daha güzeller. Karşıma genel de çok iyi kadınlar çıktı. Belki de bahanem oldular. ama hiçbirinden ilham da almadım sorun olarak da görmedim. Senelerce avrupa ve amerika kültürü ile iç içe yaşayında bizim ülkemize mahsuz arabesk tarzı bol ağlamalı, kahretmeli aşk meş işleri biraz saçma geliyor. Güç yarışına girmeyi, mucadele etmeyi ve sefasını sürmediğim bir ilişkini cefasını çekmeyi saçma buluyorum. İki insan birbirlerinin hayatını renklendirmek için birliktelik yaşamalı. Olmuyorsa zorlamamalı, yalama etmemeli ilişkilerini. Böylesi daha sağlıklı. Ama kadınsız bir dünya gerçekten iğrenç olurdu onu biliyorum.


Her ne kadar anlatırsa anlatsın Angutyus’un da bir mahremi var gibi hala, hep bir gizemli havanız var ve bir de daha anlatacak çok şeyiniz var gibi. Angutyus için mahremiyet önemli midir, bu anlatılanlar arasında da paylaşılmayanlar var mı?
Elbette mahremim var. Anlatmadığım hiçbir zaman anlatmayacağım birçok yaşanmışlıklar var. Bir insanın hatıralarını satması kolay birşey değil. Böyle bir niyetim de yoktu ama elimden geldiğince farklı dünyaları anlatmak istedim sadece. Mesala ingiltere ya da norveç’in cennet olduğunu sanan insanlar var. New york da hayat çok kolay sanan insanlar var. O dünyaları anlatmak bir gün yolları düşerse yaşayacaklarna hazırlıklı olmalarını istedim. Zaten anlattıklarımda öyle yatak muhabbeti, şu bu fazla mahremiyete giren konular çok sınırlı. Kimi zaman üçüncü şahısların ve yerlerin de isimlerini değiştiriyorum. Sadece benim değil benim ile yolu kesişenlerin de mahremiyetine elimden geldiğince dikkat etmeye çalışıyorum.

Angutyus’un hayalleri arasında yazar olmak yoktu evet ama  iyi ki de oldu, şimdi memnun mu Angutyus bu durumdani?
 
Bilmem. Hiç düşünmedim cidden sadece yazmak rahatlayor bir terapi gibi. Bazen günde 12 saat aralıksız yazıyorum. Bir kitaba ya da senaryoya başladığımda dünyadan kopuyorum. Bir nevi terapi gibi. Rahatlattığı sürece, jkendimi iyi hisettiğim sürece de yazmaya devam ederim sanırım. Sonrasını bilmiyorum şimdilik. Ama birgün oturup da ‘’acaba ne yazsam?’’ diye düşünmeye başladığım anda da bırakırım. Olmuyorsa zorlayacağımı sanmıyorum. Şimdilik bir sıkıntı yok ama yazmaya devam.

10 günlük İngiltere 10 yılı buldu, vatandaşlık teklif ettiklerinde neden kabul etmedin?
Bir yere bağlı kalmak istemedim sadece. İngiltere de yaşamayı isteseydim zaten çok kolaydı. Ya bir evlilik yapardım ya da siyasi mülteci olurdum ki çok kolaydı. Sanırım kaçak yaşamak daha eğlenceliydi. İşi kitabına uydurunca al benisi kalmıyor. Sadece ingiltere değil isteseydim amerika vatandaşlığına da geçebilirdim. Ne bileyim? Hiç düşünmedim. Sadece istamedim.

-Apaçi masalları ne kadar devam edecek, bizlere göre sonsuza kadar devam edebilirJ ama Angutyus’un farklı projeleri var mı? Son verecek mi Apaçi’ye? Fedai gibi başka süper romanlarda yazacak mı?

Bir apaçi masalı toplamda 7 kitap olacak (şimdilik) son yıllarda yaşadıklarımı, ilişkilerimi yazmak anlatmak istemiyorum. Sanırım yazmaya başladığım geceye kadar devam edecek ve bitecek. Son yıllarda yaşadıklarım da bana kalsın.
Bağımsız roman yazmak çok daha keyifli. Zaten fedai öyle bir romandı. Bir de kot kumlama işcilerin hikayesi var. Fedai tarzında yazmak çok keyifli yaşanmış olaylardan yola çıkarak anlatmak.
Bir de seri katil bir kadın polisin romanı var. Bir tane komedi tarzı var. Ot dergi de her ay çıkan kısa öyküler var. Onlar ile devam edeceğim. Bir apaçi masalı nı bitirmek zorundayım yarım bırakamam onlarca takip eden okuyan var ama bana sorarsanız kurgu çok daha keyifli.

Fedai’yi okurken bir film sahnesi  gibi geçti her satır, dedim kesin film olmalı bu, keşke imkanım olsa Angutyus’a ben bu teklifi götürsemJ Nina’yı oynarım hem J Lenka filmde çok acı çekecekJ Evet senin böyle deli okurlarında var işteJ Arif’in bir senaryoya aşırı uyacak bu hikayesi bir film olacak mı?
Fedai ve bir aapçi masalı film olacak. Görüşmeler devam ediyor. Ama fedai henüz bitmedi. Böyle hayat hikayelerinde mutlu son pek olmaz. Fedai’nin 2. Si mutlaka olacak. Ama roman mı olur, searyo mu olur bilmiyorum şimdilik.
Angutyus’un izleyici olarak sinema ile ilgisi nasıl, neleri izler?

Vurdulu kırdılı, üçanı öleni bol hollywood filmleri ile pek alakam yok. Bağımsız ve küçük bütçeli filmleri seviyorum. Diziler ile hiç aram yok. Bir de canım kardeşim, sultan, çiçek abbas, susuz yaz, yılanların öcü, tomruk, tatar ramazan, yol,duvar,arkadaşım gibi yüzlerce defa seyretsem bıkmayacağım filmlerim var. Yeni filmler ile pek aram yok. Daha çok klasik filmleri izliyorum tekrar tekrar. Dirty harry serisi, the bad good and ugly, the good fellas, the god father..
Biraz eski kafayım sinema ve müzik konusunda. Pop,rap,tecno kesimlikle tahammül edemediğim türler mesala. Özay gönlüm, neşet ertaş, orhan gencebay çok severim. Bir de ac/dc, rainbow, judas prites,iron madien, queen, mötley crue vs. Klasik rock ve metal gruplar.. yeni hiçbir şeye tahammülüm yok sanırım. Klasiklerden şaşmam. Bir filmi ya da bir şarkıyı onlarca defa dinler, izlerim. Hayal kırıklığına uğratmıyorlar en azından.

-Angutyus’un takıntılı olduğu bir şeyler var mı bu hayatta? Yoksa uzaktan göründüğü gibi genel olarak rahat bir insan mı hayata karşı?

İki tane takıntım var. Birincisi kısa saçlı kadınlar. Ne bileyim takıntı işte. Kadınlara çok yakışıyor kısa saç. Bir diğeri de solak olduğum için birsinin yanında yürürken ya da yatarken hep sol taraf da olmalıyım. Başka bir takıntım yok. Çok rahatımdır.

Karsı komsunun Kızı