Henüz
üzerinden 2-3 gün geçti büyük utancımın. 2-3 gün önce, 28 haziranda sene
2015’te Onur Yürüyüşüne destek olmaya Taksime gittim. Gördüklerimden sonra anca
kendime gelebildim ve bilgisayarın karşısına oturdum. Bildiklerim, duyduklarım
hep vardı da bu son gördüklerim bir şeyler yapman lazım, ses olman gerekirse
çığlık olman lazım dedi. Ne yapabilirdim ben? Yazabilirdim. Nereden başlayıp
yazacağımı şu an bile bilemiyorum.
Ben o gün
çok başka şeyler hayal ederek Taksim’e gitmiştim. Birkaç arkadaşımla bulaşacak,
sonra hep beraber yürüyecek, en son da mutlu mutlu bir yerlere hoş beş etmeye
gidecektik. Ama daha metro’dan çıkmam
ile anlam veremediğim bir savunma ile karşı karşıya kaldım. Polis istiklale
girişi barikatla tutmuş, bir adım atmaya dahi izin vermiyordu. Kısa süreli bir
şoktan sonra kendime alternatif yollar aramaya başladım, o sırada arkadaşım
aradı, onlar caddedeydi ve gaz atıldığını bir yere sığındıklarını söylediler. Bu
sefer şokum daha büyüktü. Çünkü henüz yürüyüş bile başlamamıştı, ne gazı bu? Benim
ara sokaklardan caddeye çıkış çabalarım yaklaşık 1 saat kadar sürdü. Her çıkış
polislerle çevriliydi. “Bunu neden yapıyorsunuz?” dedim kimine,kimi cevap
vermeden baktı, bazısı “emir” dedi, bazısı da benim namus bekçiliğime soyunup
saçımdan ayakkabıma kadar beni süzdü. Hal böyle olunca polisimiz sayesinde
yıllardır yaşadığım şehrin, en sık ziyaret ettiğim semtinin hiç görmediğim bir
çok yerini görmüş oldum. Arkadaşlarımsa saatler önce gelip cadde de vakit
geçirdikleri için İstiklal’e girebilen şanslılardan olarak bu küçük gezimize
katılamamışlar, bu hoş(!) dakikalardan mahrum kalmışlardı. Yanlarına
ulaştığımda cadde de şok içinde beni bekliyorlardı. Öyle tedirgin olmuştuk ki
hepimiz. Anlam veremediğimiz bir kaos vardı. Amacımız yürüyüp dağılmakken, biz
birden suçlu, tehlikeli ar damarı çatlamışlar olarak hedef gösteriliyorduk. Bu
ülke de ölümlerin çok ucuz oluşundan ya kafamıza gaz kapsülü yersek diye 1
saattir tedirgince dostlarımızın yanına ulaşmaya çabalıyorduk. Oysa sadece, bu
hayatta her zaman çirkin baskıları üzerlerinde hisseden, devamlı yargılanan ama
hiç dinlenmek istenmeyen dostlarımızın şu tek günlerinde birkaç saati
hayatlarının en eğlenceli saati yapmaya gelmiştik.
Ellerde
sadece rengarenk bayraklar, başlarda renkli peruklar vardı. Renkten başka bir
şey yoktu hiçbirimizin üzerinde. Ben kimsenin, bir başkasının inancına haketerini
görmedim, duymadım da.
Bir zaman
sonra şarkılar, keyifli sloganlarla uzaktan sesler gelmeye başladı. Yürüyüş
başlamıştı. Biraz bekledik, kalabalığın arasına katıldık saldık kendimizi
Tünel’e. O kadar güzeldi ki gördüklerim. Kimsenin kimseyi yargılamadığı,
herkesin birbirine gülümsediği, eğlendiği bir kortej… Bunun için miydi tüm o
caddeye çıkan yolların kesilmesi? Bu güzel barışçıl yürüyüş için…
Her güzel
şeyin bir sonu olmalıydı tabi bu ülkede. Saldılar biber gazlarını üzerimize
dağılınmadı diye. Dağılmaya vakit bırakıldı mı? Yine dinlendi mi? Hayır. Bizler
ahlaksız, arsız, namussuz birkaç bin mahlukattık. Öldürülen, tecavüz edilen yüzlerce
transı umursamayan sosyal medya ahlakçıları hazmedemediğini söylediler bu
yürüyüşü. Binlerce kadın cinayetini, çocuk tecavüzlerini, bu tecavüz ve
tacizcilerin iyi halden salınıvermesini, bakara makaracıları, yalanı,
hırsızlığı, capcanlı yakılan insanları hazmeden ülkem eğlenceli, barışçıl
yürüyüşü hazmedememişti. Doğu Türkistan dediler, yazık size dediler, insanlar
öldürülürken nelerle uğraşıyorunuz dediler oysa unutmuşlardı öldürülen onlarca transı ve eşcinseli.Ya da
göz ardı etmişlerdi işin içinde din istismarı olmayan her şeye yaptıkları
gibi. Tüm bu ölümlere sesleri hiç
çıkmayan ülkem, lut kavimi dedi yürüyüşe, insanlar öldürülüyor dedi. Burunları
dibinde yaşanılan hayatları ittiler bir yere, yine “bizden-sizden” diye
ayırdılar bizi. Yine hedef gösterdiler. Saygı duygumuzu yitirmiştik zaten de
geri kazanmak için hiç çaba sarfetmiyorduk. Sosyal medya belden aşağı edepsiz
söylemlerle yıkılıyordu. Bunları yazalar kendi edeplerini tartmıyordu hiç.
Eminim. Riyakarlıklarından göremiyorlardı kendilerini bence.
Yürüyüş
başlamadan atılan gazlar devamında plastik mermiler ve başka gazlarla devam
etti o günün gecesine kadar. Kimler yaralandı, dinlenmeden göz altına alındı.
Kim bilir. Arkamızda yine bir enkaz bıraktık. Bir umut enkazı bir daha çok zor
toparlanacak şekilde kaldı İstiklal’de. Kendi ülkeme karşı umudum çok azaldı,
oysa bir çıkarsalardı gözlerinden o at gözlüklerini, bir de öyle baksalardı.
Ama biz üretmemeyi, yargılamayı, ön yargıyı severiz toplumca. En doğrular bize
önceden birileri tarafından verilmiştir ve asla başka doğrular yoktur
hayatımızda ve biz böyle baktığımız sürece yaşama, daha çok umut enkazları
bekler bizi.
Bu yazı
yayınlanır mı yayınlanmaz mı,
bilemiyorum. Ama emin olduğum bir şey var ki ben birileri ile paylaşacağım bu
yazıyı. Çünkü o gün orada her şey çok
güzel başlayıp bitebilirdi, ne güzel de yürümüştük, yine ne boşuna gaz
yemiştik. Basın neden bazı şeyleri yine yeni yeniden çarpıtmıştı, çekip göstermemişti.
Çocuk gelin sıralamasında Avrupa ikincisi olan, son 10 yılda cinsel istismara
uğrayan çocuk sayısının 250 bine ulaştığı, çocuk tecavüzlerinin %986 arttığı,
dini konularda, muhafazakarlıkta asla kendine laf ettirmeyen bir millette, bu
yürüyüş mü “Genel Ahlakı” bozdu? Kapalı kapılar ardında çocuklarımızın
çocukluğunun ellerinden alınmasının her yıl arttığı ülke de mi bu yürüyüş
ahlakı bozdu? Kadınların tecavüze uğradıktan sonra “hak etmiştir o” diye
paçavra muamelesi gördüğü bir ülkede mi genel ahlakı bozduk?
Daha da çok
soru sorabilirim. Biz umut enkazının altından bu sefer de belki birlik ile
kalkarız da, ya sonra, ya bir sonraki sene? Ülkem adına utanıyorum, insanlığım
adına çok üzgünüm. Renklerden korkan bir ülkenin vatandaşıyım ve birey olarak
renklerin hastasıyım. Bu sebeple nasıl nefes alır veririm bilmiyorum ama tüm
renklerin önünde saygı ile eğiliyorum ve son cümlemdeki en baskın kelimem ağzımızdan
düşmeyen HOŞGÖRÜ olsun istiyorum. Vicdanlarımızdan düşmemesi dileği ile.
Karşı Komsunun Kızı